GERÇEK HAYAT DERGİSİ – 18 NİSAN 2016
Maryland Diyanet Center Külliyesi projesinin çizimi ve yapımını baştan itibaren bizzat siz mi yürüttünüz? Yapım aşamasını biraz anlatabilir misiniz?
Washington D.C. büyükelçiliği, Din ve Sosyal Hizmetler Müşaviri müteveffâ Dr. Abdülbâki Keskin’in girişimiyle Washington D.C.’ye 25 dakika mesafedeki 60 dönümlük bu arazi, 1993 yılında satın alınmıştır. 2008 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iş’ar ve işaretleriyle; kültür-sanat ve dinî organizasyonların tertiplenebileceği, Türk toplumunu ve kadim hikmet geleneğini Amerika’da daha iyi şekilde yansıtacak, gönülleri mamur edecek bir merkez projesinin hayata geçirilmesine karar verilmiştir. Merkezin temeli Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iştirakiyle 2013 Mayıs ayında atılmıştır.
Merkezin inşaatı Diyanet müşaviri Dr. Yaşar Çolak nezaretinde yürütülmüştür. Proje tasarımı şahsım tarafımdan, uygulama projesi ve proje müşavirliği teknik koordinatörümüz Mimar Mustafa İskender sevk ve idaresinde şirketimiz Hassa Mimarlık tarafından yapılmıştır. Kaba inşaatı ve tesisat işleri Balfour Beatty ile AD&C Management Co. tarafından yapılmıştır. İnşaatın ince işlerine ait taş, mermer, ahşap, çini gibi malzeme ve imalatlar Türkiye’den getirilmiş, 30-35 yıldır beraber çalıştığımız Türk sanatkâr ve ustaları marifetiyle imalat ve montajları yapılmıştır. Hat eserleri Hattat Hüseyin Kutlu tarafından yazılmış, nakış işleri Nakkaş Semih İrteş tarafından yapılmıştır.
Bu külliyenin mimarı olmak nasıl bir duygu?
İslam medeniyeti, Medine sözleşmesinden itibaren, Peygamberimizin risaletinden Osmanlı’nın yıkılışına kadar çok kültürlülüğü kendine şiar edinmiş ve adaletle tatbik etmiş bir dinin medeniyetidir. Ancak, Osmanlı yıkıldıktan sonra menfaatler sebebiyle Müslümanların birliği bozulmuş ve Ortadoğu’daki denge ortadan kalkmıştır. Bu külliyenin, Amerika’nın çok kültürlülüğü içerisinde bu medeniyetin temsili açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu proje, asırların şekillendirdiği köklü medeniyetimizi bir bütün olarak ele alıp aslî hüviyeti ve istikametiyle doğru olarak temsil etmek üzere çok önemli bir fırsattır.
Bu projeyi yaparken karşılaştığınız en büyük zorluklar neler?
En büyük zorluk, bizzat çizip tasarladığımız uygulama detaylarının Amerikan kod sistemine adaptasyonunda karşılaşılan problemlerdi. Kadim mimari anlayışı aksettirmeye çalıştığımız detaylarımız Amerikan kod sistemine uyarlanmak bir tarafa, oradaki Amerikan mimar ve mühendisler tarafından algılanamayarak her seferinde bozuldu ve detayları korumak babında oldukça yorucu bir mesai sarf etmemize sebep oldu. Külliyenin geniş kapsamlı olmasından mütevellid çok sayıda binanın ve bu binaların yüzlerce detayının oluşu ve her detayın bir problem haline gelmesi projede karşılaştığımız en büyük zorluktu. Bu vesile ile Amerikan mimari ve inşâi pratiğinin oldukça kısır ve tekdüze oluşunu tecrübe etmiş olduk. Bunların yanında sistemden kaynaklanan, bizce gerekli olmayan birçok lüzumsuz makine ve elektrik tesisatını mimari içinde tolere etmek mecburiyetinde kaldık.
Amerika’daki mimarlardan projeyi gelip inceleyen, faydalanmak isteyenler çıkıyor mu? Külliye iyi bir örnek olur mu?
Öncelikle ilk büyük takdir projenin kaba inşaatını gerçekleştiren firmalardan geldi. Çünkü proje tamamlana kadar eminiz ki kendileri de bu etki ve güzellikte bir mimari ortaya çıkacağını hiç düşünmüyorlardı. Hayretlerini ve takdirlerini sitayişle belirttiler. Her bir firma şu anda bu projeyi kendi tanıtımlarında ilk başlarda zikrediyorlar.
Proje daha tamamlanmadan önce de Amerika ve hatta Kanada’nın değişik yerlerinden gelen bir çok ziyaretçi böyle bir merkezin kendi kaldıkları yerlerde de olmasını arzuluyordu ve hala bu arzularını koruyorlar.
Sizce külliye Amerika’da bir ihtiyaç mıydı, yoksa gövde gösterisi mi?
Bunun nasıl bir ihtiyaç olduğu oraya gidildiğinde çok net görülüyor. Merkez aslında 1 senedir faaliyette. Burası adeta Birleşmiş Milletler gibi, her renkten ve dilden kişi buraya akıyor. Bölge çok yoğun bir yerleşim alanı olmamasına rağmen Washington’a arabayla 25 dk mesafede ve bu şehrin hinterlandında yer alıyor. Amerika’da bildiğiniz gibi arabayla yaklaşık 1 saatlik yol, yakın olarak addedilebilecek bir mesafe. Oradaki Müslümanlar açısından baktığınızda bu külliye kimlik ve aidiyetleri noktasında kendilerinden çok şey bulabildikleri bir mekan. Çünkü burası sadece namaz kılıp ayrılabileceğiniz bir yer değil. Zaten işin ilk başında, bu külliyenin en temel varoluş sebeplerinden biri, civar üniversitelerde okuyacak ve Türkiye’den gelecek yüksek lisans ve doktora öğrencilerini burada ağırlamak ve bu suretle evvelâ akademik bir ortam oluşturmak idi. Arazi Maryland Üniversitesi’ne çok yakın ve NASA’ya yürüyüş mesafesinde, buralarda okuyan ve çalışan çok farklı milletlerden müslümanlara da hitap ediyor. Burası, 60 dönüm arazi içerisinde planlanmış bir külliye. Mesela, Cami kadar önemli olan Kültür Merkezi binası var. Bu binanın alt katı günlük faaliyetlerin gerçekleştirilebileceği sergi salonu ve fuayesi ile 280 kişilik konferans salonunu ihtiva ediyor. Üst katta ise araştırma merkezi ve kütüphane yer almakta.
Maryland külliyesindeki cami Mimar Sinan ve Osmanlı tarzını yansıtıyor. Kültür merkezi ise Selçuklu çizgileri taşıyor. Hem Osmanlının hem de Selçuklunun harmanlanmasının özel bir sebebi var mı?
Selçuklu mimarisi İslam Mimarisi’nin diğer üslubları ile irtibatlı olarak Orta Asya ve Anadolu Coğrafyası içinde gelişmiş bir şubesidir. Osmanlı Mimarisi ise bu üslubun Batı Anadolu’da ortaya çıkardığı bir devamı niteliğindedir. Kültür merkezinin Selçuklu Mimarisi’nden taşıdığı izler, mekanların merkezi bir iç avlu etrafında tasarlanması ve merkezî mekanın geometrik mahrutî cam örtü ile örtülü olmasıdır. İslam Mimarisi’nde mekan kurgusu, geometri, bunlar önemli mefhumlar. Fakat İslam Mimarisi, her milletten insanlara hitap edebiliyor oluşunu sağlayan diyalektikleri kendi içinde ihtiva eder. Bunlar, insan-zaman-mekân ve âlem diyalektiği ve insanla Allah (c.c.) arasında oluşan diyalektiktir. Bu diyalektiklerin mimari ve sanatlardaki yansımalarına değinmeden bu tarzların neden ve nasıl yansıtıldığı ve sebepleri hususunu anlatmamız çok zor.
Kısaca bahsetmek gerekirse, İslâmî vahyin tevhid inancı; mânevî âlemin dünyaya yansıtılmasında yaratılmış şeylerin formlarını değil, maddenin özünde yansımasını bulan geometri ve ritmlerin kullanıldığı, mücerred yani soyut bir sanat ortaya koymuştur. İslâm san’atları, maddeye asâlet kazandıran soyut bir sanattan öte, semâvî hikmetin akisleri olarak geometrik-matematik form ve diziler vasıtasıyla çokluğu birliğe yani vahdete nisbet eden bir san’at idrâkidir.
Bu anlayış İslâm san ’atlarındaki tecrid, teksif, terkib ve üslûplaştırmayı (stylization) getirmiştir. İnsanlığın saflaşması nasıl Hz. Muhammed (SAV)’de olgunluğa erdiyse, onun getirdiği dînin medeniyetinde de eşyaya bu saflaşma ve tecrit penceresinden bakılmıştır. Bu sebeble Batı’daki mânâsıyla resim, tiyatro, roman, İslâm san’atlarında hiç olmamıştır. Bunun yerine minyatür, hat, tezhib, temâşâ san’atları ve masallar vardır. İslâm medeniyetinde ve san’atlarındaki eşyaya bu bakış, hayat ve ölüm gerçeğini doğru kavrayarak, insanlığın refahının yanında, huzur ve saadetinin de fevkalâde önemli olduğunun yansımasıdır.
Mimar Sinan’ın ölüm yıldönümü vesilesiyle, Sinan’dan biraz söz edecek olursak, biz ve hatta dünya Sinan’ı yeterince tanıdı mı? Neden tanımak için çaba sarf edilmiyor?
Sinan’ı doğru bir şekilde anlasaydık, doğru bir şekilde aktarabilirdik, fakat şu anki algı düzeyimizle bu mümkün görülmüyor. Kendi tarihimizi bile daha doğru dürüst bilmediğimiz için, Koca Sinan gibi büyük bir insanı sadece kendisiyle başlayıp görmek gibi bir hata içerisindeyiz. Mesela, onunla aynı devirde gelen zirve şahsiyetleri ne kadar tanıyoruz? Mimar Sinan’ın arkadaşı olan Kara Memi, tezyinatı öyle bir noktaya getiriyor ki, yaptığı her nakış ve tezhip bu sanatların Süleymaniyesi… Kanuni, Muhibbi mahlasıyla şiir yazan, padişahlığının yanında fevkalade güçlü bir şair. Ahmed Karahisârî, hat sanatını zirveye çıkarıp müstakil sanat halini güçlendiren bir hattat. Büyük şairler Fuzûli, Taşlıcalı Yahya bu devirde; Şair Bâki, hem kazasker hem sözün sultanı... Sokullu Mehmed Paşa ve Lâla Mustafa Paşa’nın tarihteki devlet adamlığı herkesin malumu. Bütün bu şahsiyetleri bir sonraki nesillere taşıyan gelenek zinciridir. Bir gelenek zinciri içerisinde nesilden nesile tevarüs eden bir yapı var. Bütün bir İslami geleneğin mimarları olmasa idi Sinan da olmazdı. Ne zaman Avrupa merkezli olarak dünyaya bakmayı bırakırsak, o zaman gerçekten tanımaya ve tanıtmaya başlayabiliriz. Çünkü bu bir kimlik ve kültür meselesidir.
Mimar Sinan bir Osmanlı mimarı değil de, Avrupa’da bir mimar olsaydı, mimari ve mühendislik dehasının etkileri tüm dünyada görülür müydü?
Elbette görülürdü, çünkü euro-centric bakış bunu gerektirir. Fakat o zaman Sinan’ın Osmanlılığı kalmazdı. Şu anda Sinan çeşitli yaklaşımlarla akademik düzeyde irdelenmeye başlandı. Fakat bu yaklaşımlara baktığımızda ki kendileri de bunu itiraf ediyor, dini tamamen mimariden koparıp her mimariyi ve o dönemin dini anlayışını kendi döneminin bağlamı içerisinde değerlendirmek gibi bir yaklaşımları var. İslam’ın ortaya koyduğu mimari mirasın tek bir yorumla yorumlanamayacağını iddia ediyorlar. İslam mimarisi elbette durağan bir yapı değil, çağlara ve coğrafyalara göre değişebilir. Fakat medeniyet noktasında, insan-zaman-mekan ve âlem diyalektiği ile bakış ve münasebeti bunlara bağlı olan insan ile Allah arasındaki ilişkiyi; İspanya’dan Hindistan’a kadar yayılan sanat ve mimari içinde görebiliyoruz. Bu diyalektiğin malzemeyi dönüştürme üslubuna üslublaştırma veya stilizasyon diyoruz. Tek bir soru soralım: Neden geometrik desenler, ve bunların 3. Boyuta kalkmış hali olan mukarnaslar yalnızca en etraflı olarak İslam Mimarisi’nde var? Bu sorunun cevabını veremeden, ne Sinan’ı doğru düzgün anlayabiliriz, ne de dünyaya anlatabiliriz. Bu mimarinin tam olarak ne olduğunu anlamadan anlatma şansımız yok. Bu bahsettiğimiz diyalektik bir Avrupalı mimarda da olamayacağına göre ve Avrupa’da mimarlık bu derinliğini çoktan kaybettiği için zaten böyle bir şeyin olması mümkün değil.
Sinan sadece mimar mıydı, yoksa mühendisliği de mimarlığı kadar konuşulmalı mı? Konuşulmuyorsa neden konuşulmuyor?
Sinan, hem mühendis hem mimardı. Daha doğru ifade etmek gerekirse sanayi devriminden önce mimar-mühendis ayrımı yoktu. Yalnızca mimar denirdi, mühendislik mimariden ayrılmış bir branştır. Mühendisliği konuşulmuyor, çünkü günümüz mühendisliğinin idrak ve anlayışı o günkü mühendislik pratiğinin çok uzağında. O günkü mühendislik bir yapıyı bütün elemanları ile beraber ele alırdı, örneğin camileri kabuk olarak telakki ederdi. Taşla tuğlayla yapılmış bu binaların 500-550 yıl içerisinde bunca şiddetli depreme rağmen halen ayakta durmasını nasıl açıklayabiliriz? Kanaatimce bu devrin minareleri tabanda işgal ettikleri alana nispetle yükseklikleri göz önüne alındığı takdirde mühendislik ve statik harikası, teknik manada dünyanın ilk gökdelenleridir. Acaba şu anda bilgisayar kullanmadan bu binaları yapabilecek mühendislerimiz var mı? Sinan’a gelmeden evvela bu soruları cevaplamamız lazım. Sinan’ı halen teknik düzeyde anlayabildiğimizi sanmıyorum. Çünkü Üniversitelerde Osmanlı Mimarisi bir organizasyon değil, sanat tarihi konusu olarak işlenmekte. Hâlbuki günümüz teknolojisi ile, Selimiye gibi bir yapıyı, yapım süresi olan 3 sene içerisinde günümüzde bitirebilme imkân ve ihtimalimiz var mı? Evvela en başta sanat erbabı binlerce kişiyi, tonlarca malzemeyi imparatorluğun her tarafından muazzam bir lojistikle mobilize edip getireceksiniz. Ustaları cep telefonundan arayıp çağıramıyorsunuz, malzeme temin eden şirketler, uygulama yapan firmalar da yok.
Sivas Divriği Ulu cami Sinan için ne ifade ediyor? Sinan bu eserden esinlenmiş olabilir mi? Kendinden önceki eserlere baktığımızda en çok hangi etkiyi görürüz eserlerinde?
Divriği Ulu Camii ve bunun yanına bütün İslami mimarlık geleneğinin binalarını da koyabilirsiniz, elbette Sinan için çok şey ifade ediyordu. Sinan’ı yalnızca kendi tarihi bağlamı içerisinde anlayabilir misiniz? Bütün bir İslami geleneğin mimarları olmasaydı, örneğin Edirne Üç Şerefeli Camii’nin mimarı Muslihiddin, İstanbul 2. Bayezid Camii’nin mimarları Hayreddin ve Yakup Şah bin Sultan Şah, Yavuz Sultan Selim Camii’nin mimarı Acem Ali olmasaydı Mimar Sinan’dan bahsedilebilir miydi? Kesinlikle bahsedilemezdi. Mimar Sinan da, kendi devrinin zirve şahsiyeti olarak, bu gelenek zincirinin bir halkası. Kendisi, yeniçeri ocağında iken doğu ve batıya yapılan seferlerde şehir şehir gezerlerken, sadece mevcut Osmanlı mimarisi ve Selçuklu mimarisini değil, kadim İslam, antik Yunan, Roma, Pers mimarilerini de görme imkanını elde etmişti. Bu zaviyeden bakıldığında bütün bir geleneğin kendisini şekillendirdiği ortaya çıkıyor. Mesela, ilk iç içe girmiş üç merdivenli, üç yollu sarmal minare Edirne Üç Şerefeli Camii’ndedir. Fakat herkes Selimiye Camii’ndeki minareleri bu alanda ilk zanneder. Hâlbuki Üç Şerefeli Sinan’dan yaklaşık 130 yıl önce… İki yollu, Hasankeyf El-Rızk Camii minaresi ise Üç Şerefeli’den 25 yıl öncedir.
Mimar Sinan Camisi açıldığında da konuşulmuştu bu, artık cami yapımında Mimar Sinan’ı kopya etmeyi bırakıp, özgün eserler üretmek gerekmiyor mu?
Mimar Sinan Camii hakkında yazıp çizilen olumsuz eleştirilerden en yaygını, yapının birebir Osmanlı taklidi olduğu konusu. Bu konu, teferruatlı bir bakışa muhtaçtır. Çünkü gelenekle bağı kopmuş bir millet olarak, eskiye dair her şeyi gökten zembille inmiş zannedip, hazır bulduğumuz nesneler olarak algılıyoruz. Onlara detaylı olarak bakmayı, anlamaya çalışmayı büyük bir yük addediyoruz. Bu yüzden de, eskiye benzeyen her şeyi eskinin bir kopyası olarak görüyoruz. Hâlbuki eskinin kopyası olan, eğitilmemiş gözlerimiz vasıtasıyla zihinlerimizde oluşan şekli sadece, kendisi ve sahih olanı değil.
Süleymaniye'nin bir minaresine bakan, daha önce bu işe kafa yormamış bir göz, ilk baktığında üç şerefenin de altındaki mukarnasları birbirinin aynı olarak algılar. Ancak dikkat edince, üçünün de birbirinden tamamen farklı geometrilerde, ayrı tasarımlarda olduğunu fark edecektir. Ama iş burada da bitmez, yine dikkat edilirse şerefe korkuluklarının da üçü birbirinden başkadır! Her biri yükseklikleri, konumları göz önüne alınarak farklı farklı tasarlanmıştır. Bu, İslâm mimarisinin karakteristiğidir.
Bu örnekte görüldüğü gibi, Ataşehir Mimar Sinan Camii de dikkatsiz - ilgisiz bir bakışla Osmanlı camilerinin bir kopyası olarak algılanacaktır. Öncelikle bu bakışı ön yargılarımızla beraber bir kenara koyup, meseleyi anlama niyetiyle bakmamız lazım.
Ataşehir Mimar Sinan Camii, Osmanlı klasik dönem mimarisi üslûbunda tasarlanmış bir yapıdır. Bu çabanın teknik adı, 'stilistik re-kompozisyon'dur. Yani bu cami kurgusu, detayları vs. ile Osmanlı Klasik Dönem mimarisine birebir uymakla beraber, hiçbir başka kadim yapının taklidi olmayan tamamen özgün bir yapıdır.
Klasik dönemden önce denenmeye başlanmış, bizzat Mimar Sinan'ın da çeşitli camilerde denediği altı ayaklı mekân kurgusu, daha önce bu ölçekte bir yapıda uygulanmamıştı. Büyük camilerden Şehzade, Süleymaniye ve Yeni Cami dört, Selimiye sekiz ayağa oturmaktadır. Aynı alanı kapatan dörtgen ve sekizgene göre daha büyük bir kenar açıklığı veren bu altıgen kurgunun bu ölçekte ilk defa denenmesiyle elde edilen büyük hacimle, Ataşehir Mimar Sinan Camii geleneğe yepyeni, pırıl pırıl bir halka olarak eklenmiştir.
Bizim yaptığımız, kaybolmaya yüz tutmuş, tarzı ve üretim şekli unutulmuş mimari mirasın yeniden yorumlanması, bizim genelde kullandığımız şekliyle: geleneğin yeniden üretilmesidir. Bu sahip olmamız gereken tecrübeyi kaybettiğimiz için, yaptığımız restorasyonlarda maalesef tarihi binalar asli hüviyetinden soyulup yeni ve yabancı bir kisveye mahkûm edilmektedir.
Yapı geleneğimiz, bünyesinde taş işçiliği, kündekârî, çinicilik, hattatlık, kalemkârlık, kurşunculuk, revzencilik, vs gibi bugün çoğu meslektaşımızın ismini bile bilmediği sanatları barındırmaktadır. Bir kültür mirası olan bu sanatları bihakkın icra eden son sanatkâr ve zanaatkârların eserlerinin numune olarak dahi olsa, sadece bu gelenek zincirinin kopmaması adına yaşatılması gerektiğine aklı başında kimse karşı çıkmaz. Batı dünyası, bu tarz geleneklerin orijinal haliyle korunması örnekleriyle doludur. Bizde bu sanatları hakkıyla bilen-eden, inceliklerine dikkat eden doğru dürüst ne usta ne de mimar kaldığından, bu asil ve kadim birikim ve değerlerin, mahalle aralarındaki karikatür cami inşaatlarında yozlaşarak ve itibarsızlaşarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu da reddedilemez. Ataşehir Mimar Sinan Camii, bu minvalde klasik cami mimarisinin gelişiminde eksik kalmış bir son halkayı oluşturmak, ayrıca bu gelenekli sanatların doğru detaylarının ve nitelikli örneklerinin bugüne aktarımını sağlamak üzere bir misyon üstlenmiştir.
Sağduyulu kişilerin; bilgi birikimine, mesleki hassasiyete ve titizliğe dayanarak yapılan bir mimarî ve inşâi faaliyet ile vasıfsız, itibarsız, şekilsiz ve ruhsuz binaların birbirinden ayırabiliyor olmasını beklemek, en tabii hakkımız.
Caminin bulunduğu alan olan Ataşehir de dâhil olmak üzere, ülkenin her yerinde, her geçen gün kontrolsüz biçimde yükselmeye devam eden konutlarımızı, avm’leri, ofis binalarını, şehir mefhumuna yaklaşımımızı ve kendimize ait olmayan mesken anlayışımızı, kılığımızı, kıyafetimizi, eşya olan münasebetimizi sorgulamaya başlayacağımız güne kadar, Ataşehir Mimar Sinan Camii'nin -numûne olarak dahî olsa- barındırmaya gayret ettiği değerlerin unutulmasını engellemeye, yarına aktarılmasına muhtacız.
Bildiğim kadarıyla Ataşehir Mimar Sinan Camisi ile Altunizade’deki İlahiyat camisinin projelerini de siz yaptınız. Mimar Sinan camisi, Mimar Sinan’ın izlerini taşırken, İlahiyat camisi bambaşka bir proje. Bir mimar olarak en çok hangi tarzları kullanmaktan keyif alıyorsunuz?
İlahiyat Camii “modern değil”, üslublaşmış ve sadeleşmiş sahih İslam Mimarisidir. Tasarımında sizin de fark ettiğiniz üzere dikkate alınan ilk kriter üslub meselesidir. Üslub meselesinin bu kadar önemli olmasının sebebi, Klasik Osmanlı Mimari’sinde halen aşılamamış ve anlaşılamamış olan mekanın şiiriyeti meselesidir. Mimar olsun veya olmasın bir insanın bir Klasik camide, büyüklükten bağımsız olarak hissedebildiği bir güzellik varsa ki herkes bunun 16. yy Osmanlı Mimarisi’nde ortaya konduğunun farkındadır, bunun yeni malzemelerle, eskiden kopmadan aynı insan hissiyatı diyalektiğini kullanan bir üslubta yeniden oluşturulması gerekir. Mekânın şiiriyeti artık yalnızca bir klasik camiye gidildiğinde hissedilen bir kavram oldu. Gelenek koptuğu için günümüzdeki cami tasarım faaliyetlerine şimdiye kadar hiç konu olmadı. Bu kavramın eksikliğinden dolayı şimdiye kadar yapılan denemeler ya eskinin kötü bir şekilde tekrar edilmesi şeklinde, ya da tamamen görünen ihtiyacı dikkate alacak bir tarzda namaz ihtiyacını karşılayan, İslam’ın özünde bulunan âlem-insan diyalektiğini reddeden bir yaklaşımla tasarlanmıştır. Bu sebeple, İlahiyat Camii özünde yanlış olarak kullanılan "klasik cami-modern cami" ikilemine bir tepki olarak geleneğe bağlı, fakat yeni malzemeler ile yeni bir bakış ve üslub oluşturmak amacı ile tasarlanmıştır. Klasik mimariyle gerçek manada hemhal olmadan, gelenekle doğrudan bağ kurmadan yapılacak her yeni teşebbüs ruhsuz ve arızalı olacaktır.