TÜRKİYE'NİN ŞEHİRLEŞMESİNDE VE KORUMA STRATEJİSİNDE, DÜNYA VE MEDENİYET VİZYONU NE OLMALIDIR?

Türkiye sevgisi ve düşüncesi noktasında, doğru şehirleşme ve koruma politikası, ancak derinlemesine bir felsefi kimlik ve vizyonla ortaya konulabilir. Köklere derin bir bakış olmadan, bu vizyon mümkün değildir. Bu zemini yakalamaksızın, yapılacak her yeni bina ve teşebbüs, her restorasyon taklit olacak ve bize yabancı kalacaktır.

Kültürel derinliği ve heyacanı tanımayan bir vizyondan yaratıcı eserler beklenemez. Bugün dünyaya damgasını vurmak isteyen bir devletin hareket noktası; kendisi, tarihî birikimi ve kültür - sanat dünyasıdır. Türk kültürü, ortalama değil, objektif olarak da hakikaten bahâsı pâyansız, yüksek kültür vasfına sahip orijinal bir kültürdür. Kültürde derinliğin, mimarîde incelik ve zerafetin, edebiyat ve musikide zengin ifade ve manâderinliğinin, hat ve tezyinatta sabır ve asâletin, hulâsa sanatın her şubesinde sadelik içinde ihtişamın numunelerini veren, hakikaten yüksek kültür ve medeniyet vasfına sahip, orijinal kültürü olan bir milletiz. Bu vizyon ne kadar geneli kucaklar ve açık olursa dünyadan o kadar kabul görecektir. Bu husus bizim kültür ve medeniyetimizde fazlasıyla mevcut olup keşfedilmeyi beklemektedir.

Oryantalizmin tarihî arka planına baktığımızda, Batı, İslam’ı hiçbir zaman "medeniyet" olarak kabul etmemiştir. Bu çerçevede, İslam kültür ve sanatını Arap ve İran’dan ibaret görerek, Selçuklu - Osmanlı tecrübesiyle tesis edilen medeniyetimize, Türk kültür ve sanatına, hususiyetle "öteki yaratmadan bâriz sömürgecilik karşıtı ve diğer dinleri ve medeniyetleri kuşatıcı vasfı" sebebiyle, neredeyse "yok" muamelesi yapmıştır. Oryantalizmin "İslam, medeniyeti olmayan bir dindir! Oysa Hristiyanlık; medeniyet üreten bir din olmuştur," sakat düşüncesini akıllı politikalarla, ancak Türkiye dönüştürebilir. Türkiye buna mecbur değil, adeta mahkûmdur.

Bugün; Avrupa tarihine yön vermiş, onunla yaşamış, tarihin, dinlerin ve medeniyetlerin harman olduğu bir coğrafyada, asimilasyonu düşünmeden bütün inanç ve kimliklere saygılı ve onların hukukunu koruyan bir yönetim tarzıyla, Avrupa’nın tarihinde ve kültüründe belirgin bir rol oynamış olan Türkiye’ye Dünya muhtaçtır.

Bunu yapabilecek Türkiye’nin hepsi birbirine bağlı üç büyük meselesi vardır, "Medeniyet, Zihniyet, Kalite ve Ciddiyet". Bu üç miyarın biri eksikse hangi teşebbüs olursa olsun, mağşuştur, yani kalp para gibidir.

Sadece Cumhuriyet tarihi boyunca değil, 250 yıllık batılılaşma döneminden beri inşaa edilen dini ve sivil mimarîdeki, asâletsiz tavır ve yanlış tatbikat, meselenin ruhuna nûfuz etmeyen uygulamalar sebebiyle, bozulmamış Türk mimarîsinin menşei ve korunması hususunda mutlaka sây u gayret sarfedilmesi gerekmektedir. Osmanlı - Türk sanatı, İslam’ın bütün aklî ve kalbî teferruatını sanatın her şubesinde kemaliyle temsil etmiş, İslam’ın âlem tasavvurunu ve kainat idrakini dile getiren bir fıtrat sanatıdır. Fıtrat sanatı derken bunu bir millîlik ve medeniyet vasfı şuurunun ötesinde bir değer olarak kabul etmek gerekir. Onun için Osmanlı - Türk Sanatı her din ve meşrebten insanın ruhuna sıcak gelen bir sanattır. Ecdadın bütün değerler manzumesini tevarüs ve temellük ettikten sonra, eskinin taklidi olmayan, yeni bir sentezle, orijinal teklifler ortaya koymak gerekir. Osmanlı eserleri hiç bir zaman birbirinin taklidi olmayıp, herbirinin müstakil şahsiyet ve hüviyeti vardır. Mazimize ait değerleri doğru bir şekilde okuyup anlayarak geleceğimiz için bunları yeniden tahlil etmek ve bu yüksek medeniyet terakümünden istifade etmek mecburiyetindeyiz. Bütün ihmâllerimize rağmen tarih içinde bir Hotanto ve Zulu kabilesi olmadığımıza göre, mazinin tazyîki altında ezilmemek ve milletimize lâyık bir gelecek için, an'ane zincirini koparmadan çalışmak gayreti içinde bulunmaktayız.

Mimarlık fakültelerinde, Osmanlı dinî ve sivil mimarîsinin telif ve terkîbi hususunda araştırma yapılmaz, arşın kaç santimdir, mimarî kompozisyon prensibleri nelerdir, Osmanlı'nın kadem ölçüsü arşının kaçta kaçıdır, bizim olan ‘’kadem’’, İngiliz ölçü biriminde nasıl ‘’foot’’ olmuş bahsedilmez. Moderni, postmoderni, İngiliz ve Fransız uslûpları öğretilir, Türk - İslam uslûbu nedir bahsedilmez. İngiliz romantik bahçesi, Fransız formal bahçesi, Japon bahçesi öğretilir, Türk - İslam bahçesi öğretilmez. Mukarnasın, pencî, hemze ve mümas kemerlerin nasıl çizildiğini, arşının, nisbet, âhenk ve tenasübun ne olduğunu dahi bilmeyen, bilmek de istemeyen üniversitelerimizin mimarlık veya inşaat fakültelerinden mezun olmakla, bu işlerin yapılamayacağını herkes tahmin edebilir. Bu bir medeniyet meselesi olup, bilgi, zevk-i selim ve görgünün yanında, bir terâküm ve kesb-i marifet işidir.

19. ve 20.yy. Türk insanı, yeni araştırma ve sorgulamalardan kaçarak, batıdan gelene daha çok itibar edip, kendi öz kültürünü sahiplenmekten çekinir hale gelmiştir. Geçmişin zenginliği ve tazelenebilirliği ile, Türk kültürünün her sahasında, daha şahsiyetli ve çok daha iyi bir noktada olunması icabederken, üretim neredeyse tamamen donmuştur. Selçuklu’dan itibaren bu kadar zengin kaynak içerisinde, eşsiz bir medeniyet mûcizesinin terkibi olan, olgunlaşmış şehir-mimarî ve kültür anlayışında, bugünkü malzeme ve teknik imkânlarla yeni bir telife gidilememiştir. Hususiyetle mimarî; bir cemiyetin aynası ve şeklî lisânıdır. Bir cemiyette ne zaman karışıklık ve değerlerin tarifsizliği -kaos- yaşanmaya başlarsa, önce mimarîde, en son da musîkide bunun tezahürü görülür. Kendi kendini tekrar eden ve yenilemeyen bir kültür, yozlaşmaya ve nihayet yok olmaya mahkumdur. Nitekim Osmanlı Medeniyeti’nde de böyle olmuş, aslî kültürle yeni telif ve sentezler yerine, kültür ve moral istilâsına maruz kalınarak devşirme ithal kültür ikame edilmiştir. Bu hastalık maalesef bütün vehametiyle, İmparatorluğumuzdan Cumhuriyetimize intikal etmiş olup bugün de devam etmektedir.

KORUMA ANLAYIŞINDA YENİ BİR ANLAYIŞ VE
TARİHİ ŞEHİRLERE YENİ BİR BAKIŞLA KORUMA STRATEJİSİ GELİŞTİRİLMESİ

1950 sonrası hızlı şehirleşme ile, târihi şehir dokusu tahrib olmuş, 500-1000 senelik tarih ve kültür terakümü hoyratça harcanarak, şehirler sâhip oldukları kültürel hüviyetten soyunup medeniyetsizleştirilmiş ve köyleşmiştir. Bu bakımdan global medeniyetin, modernitenin sadık şehirleri olarak, eski medeniyet merkezlerimiz olan Erzurum’un Konya’dan, Sivas’ın Manisa’dan, Diyarbakır’ın Bursa’dan farkı kalmamış, mahallî renkler, iklim ve malzeme farklılıkları, nazar-ı dikkate alınmadan, diğer yerleşim merkezlerimiz de dahil olmak üzere, global kültürün sıradanlığı içinde şahsiyetsiz, kimliksiz, asırların kültüründen soyulmuş çıplak, büyük-küçük köyler haline gelmişlerdir. Anadolu’nun her şehriyle beraber esas İstanbul bundan nasibini aldı. Bu meyanda maalesef belde-köy kültürü de tahrib olmuştur. Şehri şehir yapan, mukîmini hemşehri yapan değerler manzumesi bozuk para gibi harcanmıştır. Bugün İstanbul’da kime sorsanız, Erzurum’luyum, Trabzon’luyum, Sivas’lıyım, Diyarbakır’lıyım der. Hemşehrilikten, zavallı ve basit bir aidiyyet hissinden başka bir şey kalmamıştır ki o bile artık dernek tabelalarına mahkum oldu.

Târihi eserlerin korunması, ortak şuuru oluşturan değerleri koruyarak kültürün muhafazası noktasında fevkalâde önemlidir.

II. Dünya Savaşı sırasındaki, bombardımanlarda taş taş üstüne kalmayan Berlin, Viyana, Varşova ve Tokyo’daki tarihî eserler, eskiye tamamen sadık kalınarak farklı tekniklerde neredeyse yeniden inşa edildiği halde, böyle bir tahribata maruz kalmayan bizim şehirlerimizdeki tarihî yapıların bombardımandan beter bir surette, tarihî ve kültürel vasıflarını kaybetmesi, maalesef kimseyi rahatsız etmez olmuş, ve artık kanıksanmıştır. Tarih içinde bir Hotanto veya Zulu kabileleri gibi, kendi içine kapalı cihanşûmul bir kültür ve medeniyet üretememiş bir millet olsaydık, bu husus belki anlaşılabilirdi. Tarihî seyir içinde 1000 seneden fazla bir müddette, ihtişamlı kültür numuneleri veren bir milletin, hususiyetle 1950 sonrası kültür ve sanattaki bu perişan halini, tarihî şehir dokusunun ve yeni inşa edilen yerleşmelerin zavallı durumunu izah etmek mümkün değildir. İstanbul’un ve diğer birçok beldenin öz sivil mimarîsi olan ahşab, taş ve kerpiç yapı stoğu ise, neredeyse tamamen yokolmuş gibidir. Geçen asrın ahşab İstanbul’undan kalan, suriçindeki ahşab yapı stoğu binde bir nisbettedir. Onların da neredeyse hepsi 19. yy.dan kalmadır.

Bugün Paris’in, Milano’nun, Londra’nın sivil mimarî eserleri bütün şehir dokusuyla beraber neredeyse tamamen korunduğu halde, batılılaşma öncesi Türk Sivil Mimarîmizden İstanbul’da, mantarlaşmış haldeki zavallı Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı ile Yeni Câmi Hünkâr Kasrı’ndan başka orijinal üçüncü bir eser maalesef kalmamıştır. Topkapı Sarayı dahî ehil olmayan ellerle yapılan restorasyonlarda tahrib olmuştur. Sıra dinî eserlerimize gelmiştir. Meselâ; Şehzadebaşı Cami’inin dış cephesinde orijinal ocak taşı olan küfeki yerine imitasyon taş kullanıp, caminin iç mekânmekânını ve rûhâni havasını, perişan bir tezyinî anlayışla mahveden bir perspektif, restorasyon namında bütün vehametiyle yerleşmiştir. Aynı zihniyet yine bir Sinan yapısı olan Azapkapı Sokullu Camii mermerlerini ve kündekâri kapılarını yağlı boya ile bulayıp, tezyinatta kullandığı renklerle Beşiktaş Sinan Paşa Camii’ni lunaparka - sirke çevirmiş, mahrûtî minaresini restorasyon bahanesi ile yıkarak, üstüvânî (silindirik) olarak yeniden inşaa etmiştir. Artık bu eserlerin orijinal Sinan binası olduğundan, Klasik Osmanlı Mimarîsini temsil ettiğinden bahsetmek zordur. Selçuklu eserlerinin hâl-i pürmelâlini ise zikretmeye hiç hacet yok. Aynı tarihlerde inşa edilmiş Endülüs eserleri, bugünün İspanya’sında, kendi kültürel dairelerine ait olmadığı halde fevkâlade bir şekilde korunurken, bizimkilerin bir çoğu yanlış restorasyonlarla perişan, bir çoğu da ören yeri halindedir.

Kanunlarda yapılacak değişiklikler kadar mevcut koruma anlayışımız, önyargısız ehil insanlar tarafından Kültür Bakanlığı’nın öncülüğünde yeniden sorgulanmalı ve dünyadaki örnekleri gözönünde bulundurarak yeniden oluşturulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra bu hususta denetim vazifesi olmayan koruma kurulları ile alâkalı âcilen yeni bir yapılandırma şarttır. Problem şahıslarla beraber sistemde ve koruma anlayışının bizâtihi kendisindedir. Mevcut anlayış devam ettiği takdirde yirmi sene sonra artık ucûbe restorasyonların korunması gündeme gelecektir.

30’lu 40’lı yıllarda Henry Prost’un yanlış planlarıyla tariflenen yeni İstanbul’da, bu planlar harb sebebiyle hemen tatbik edilememiş, 1950 sonrası maalesef, rahmetli Menderes eliyle tatbik mevkîine konulmuştur. İstanbul’u örnek alan Ankara’ya, Nansen planlarıyla yeni bir çehre verilmiş, ardından bütün şehirlerimiz plansız gelişmenin ve tarihî eserleri tahribin takipçisi olmuşlardır.

Önce kendi kültür ve sanatımızı kavrayıp, kültürel kodları doğru okumadan yapılacak restorasyonlar eski eserleri tahribden öte bir faaliyet olamamaktadır. Doğru restorasyonlar için önce tarihî devirlere göre tesbitler yapılmalı ve tarihî yapı stoğu envanteri çıkartılmalıdır. Ne kadar tarihî eserimiz mevcuttur, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı, Batılılaşma öncesi ve sonrasıyla devir devir tesbit edilmelidir.

1740’lı yıllardan sonra kültür ve moral istilâsı neticesinde yozlaşma başlamış, batılılaşma hayatın her sahasına ağır ağır nüfûz etmiştir. Batılılaşma dönemi dinî ve sivil mimarî eserleri, aslında bugün olduğu gibi körü körüne bir taklid olmayıp, barok, rokoko vs. gibi yeni sanat akımlarının, kendi iman ve kültür kodlarına tercümesi diyebileceğimiz, aslî merkezi muhafaza eden, batılılaşma etkisinde fakat tam teslim olmamış, yeni yorumlardır. Askeri musıkîde Mehter-i Hakanî’den Muzıkay-ı Hûmâyun-u Şâhane’ye tenzil gibi, bunun ne kadar doğru ve muvaffık olduğu bir tarafa, herşeye rağmen bir devre şahitlik eden, şahsiyetini nisbî koruyan kaliteli binalardır.

Türkiye’nin coğrafi konumu, tarihî eser miktarı, pek çok toplumun gıpta ettiği çeşitlilik ve sayıdadır. Hususiyetle 50 senedir ihmâllerimiz ve vurdumduymazlığımızla, başta sivil mimarî örnekleri olmak üzere, peyderpey elimizden çıkmaya başlayan bu güzîde yapı stoğu, kültürel miras olmanın ötesinde, bu toprağa aidiyyeti hissettiren, ve kime ait olduğunu ortaya koyan kritik bir mirastır.

Bir milletin şahsiyeti ve hüviyeti nasıl tezahür eder? Bunun üzerinde düşünme kabiliyetini kaybetmiş bir milletin koruma anlayışı da olamaz. Olsa da arızalıdır, illetlidir.

Bugünkü koruma şuurundaki zaaf, uzun vadeli kararlılık ve sabır gerektiren faaliyetlerin sürekli ertelenmesi, tahribata göz yumup geçici tedbirle avunulması, hatta özellikle Türk-İslam dönemi binaları için bu konudaki inancın gerçek manâda hiçbir zaman bulunmamasıdır.

İnsan kültürel bir varlıktır. Kültürsüz insan yoktur, kültür varlığı değişir ama, o kültür varlığının yani kültür mirasının, insana ve mensup olduğu millete kazandırdığı şahsiyet değişmez. İnsan değişmeyen şahsiyetiyle, değişen kültür dünyasına uyum sağlamaya çalışır. İnsanın değişen kültür dünyası karşısındaki doğru tavrını şekillendiren, şahsiyetini koruma mücadelesindeki en büyük dayanağı -değişemeyen insanla değişen kültür arasındaki dengeyi sağlayan,- asırlardan süzülüp gelen kültür mirasıdır. Geçmiş geçmemiştir, Churcill’in tesbitiyle, "Türkiye ne kadar geriye bakarsa, o kadar ileriyi görür."

Koruma asırların tecrübesini, gelecek için muhafaza demektir. Mimarî miras ve sanat eserleri, ait olduğu milletin derûnundaki asâlet ölçüsü olarak, asırların birikiminin izhârıdır. Medeniyet, seçmesini, doğru üretmesini, saklamasını, değerlendirmesini ve yeniden kullanmasını bilen öğretilmiş ve ihsaslarla çevreden öğrenilmiş asâletin eseridir.

KORUMA VE RESTORASYONLARLA ALÂKALI TESBİTLER:

Tarihî mirasın doğru korunması mimar, arşiv, laboratuar ve kurullar gibi disiplinlerarası, ekip ve münasebetlerin doğru kurulmasına, sayılarının arttırılmasına bağlıdır. Bunca senedir, bugüne kadarki tatbikatta; mimar - proje - koruma kurulları - uygulama - denetim sıralamasındaki münasebetler ve koruma süreci, neredeyse olumsuzluktan öte kayda değer bir eser - restorasyon veya restitüsyon- üretememiştir.

Bugünkü mer’i anlayışta, tarihî yapılar neredeyse tamamen yenilenip, eserin ve dolayısıyla malzemenin tarihe şahitliği mimarî teferruatı ve yaşı ihmâl edilerek, ekonomik bir metadan öte manâ yüklemeden, eserin şahsiyetini ihmâl eden, malzemenin üstünden geçen zamanın izlerini ve tarihî vasfını silen, esere ait olmayan bir şahsiyete büründürme keyfiyeti, sanki alternatifi olmayan bir moda haline gelmiştir. 20. yüzyıla kadar yapılar tamir edilirler, restore edilmezlerdi. Sanatçı ve mimar kendilerine tevdî edilen yapıya, yeniden öğrenilmesi, okunması ve düzeltilmesi icabeden bir eser olarak bakmışlardır. Osmanlı’da restoratörler yoktu, meremmetçiler bulunmaktaydı. Bugün Japonya’da 7. ve 8. yüzyıldan kalma, dünyanın en büyük ahşab binası diye övündükleri İse Tapınağı gibi ahşab yapılar var. Bu eserlerin, eskiyen parçaları her yirmi yılda bir sökülüp, aynı malzeme ile üretilerek, aynı teknik ve usûlle yerine va'zedildiği için, zamanın malzemeye yüklediği manâ da kaybolmadan bugüne kadar gelebilmiş. Buna lâyık bizde hiçbir bina yok mu? Bu koruma anlayışımızı mutlaka sorgulamamız lazım. Eserlerin gerek plan ve gerekse mevcut detaylarıyla aslını yaşatmak esası, neredeyse tamamen ihmâl edilmekte, tarihî kisvesinden tecrid edilerek, yeni ve yabancı bir kisveye mahkum edilmektedir.

Tarihî bir esere sahip olup, o mekânlarda yaşamanın, asâletin ve kültürel zenginliğinin ayrıcalığı olduğu hususunda şuurlandırma şarttır.

Yapılan rölöve, restitüsyon ve rekonstrüksiyon projelerinde, araştırmaya icabeden ağırlık verilmemekte, orijinal malzeme ve detayları, üretim teknikleri, her yapının kendine mahsus problemleri ihmâl edilmektedir. Bilhassa önemli binalarda restorasyon ve araştırmanın, beraber yürüyen bir süreç olduğu hususu gözardı edilmektedir. Bu husus resmî ihale sisteminde de dikkate alınmamaktadır.

Koruma ile alâkalı literatür, koruma müesseseleri, uygulama yapabilecek firma ve mimar sayısı, Türkiye’deki mimarî mirasın miktarıyla telif edilemeyecek kadar azdır. Proje uygulama noktasında, gerek resmî ve gerekse özel iş yapan, restoratör uzman sayısı çok az olup, uzman etiketi olanların bir kısmının da projelendirme ve binaya müdahalede ölçek derinliği hususundaki meslekî yeterlilikleri kifayetsizdir.

Tarihî eserlerin coğrafî bölge özellikleri, devirlere göre nisbet, uslûp ve detay farklılıkları, orijinal malzeme hususiyetleri ve yapım teknikleri ile alâkalı doğru tesbitler, doğru detay rölöveleri fevkalâde azdır. Mevcut literatürün çoğu ya yanlış ya da eksiktir.

Doğru koruma misyonunun; meslekî eğitimle beraber, görgü ve tecrübeyle kazanıldığından sarf-ı nazar edilmemeli, tayin, görevlendirme veya zamanla kendiliğinden oluşan bir kavram olmadığı, teslim edilmelidir. Hususiyetle akademisyen etiketi olmaktan başka koruma ile uzak-yakın hiçbir tecrübesi ve irtibâtı olmayan, farklı disiplinlerde çalışmış insanlar, YÖK temsilcisi sıfatıyla kurullara atanmamalıdır.

Restorasyon eğitimi veren mimarlık bölümleri, şehir planlama, sanat tarihi, arkeoloji, kimya, jeoloji, biyoloji ve inşaat mühendisliği gibi disiplinlerin mezunlarına, master seviyesinde açık olmalıdır. Doğru koruma için, disiplinler arası işbirliği şarttır. Doğru restorasyon noktasında mesafe alınacaksa, sürdürülebilen bir koruma için, artık sayıları fevkalade azalmış olan usta ve sanatkarların, mesleki bilgi ve tecrübelerinden, mutlaka istifade edilmesi şarttır. Bu meyanda Kültür Bakanlığı bünyesinde başta İstanbul olmak üzere, muhtelif merkezlerde Tatbiki Restorasyon Enstitüleri kurulmalıdır. Bunlar bir alt kuruluş olarak Meslek Liseleri bünyesinde de tesis edilebilir.

KORUMADA DİKKATE ALINMASI GEREKEN HUSUSLAR:

1. Korumanın tanımı mutlaka yapılmalı, neyi, niçin, nasıl ve kimin koruyacağı, doğru ve şumûllü bir metinle ve sarâhatle tariflenmelidir.
2. Mimarî mirasın en az müdahale ile, restorasyonda kendi malzemesinin aynını kullanarak, olduğu gibi yaşatılmasının esas olduğu şuuruyla, eseri tamamen yıkıp, içi başka dışı başka bir şekilde yapma alışkanlığının koruma olmadığı bilinmeli, ahşap bir binayı betonarme olarak, bambaşka bir planda yeniden inşaa ederek, garip bir ahşap kisve giydirilmesine yol açan,1. ve 2. grup gibi saçmalıklara geçit verilmemelidir. Tarihî eserler bütünüyle, bir milletin eşya idrakini, dünyayı kavrayışını ve âlem tasavvurunu, geleceğe bozulmadan intikal ettiren, zamana meydan okuyan asâlet ve medeniyetimizin canlı şahitleridir.
3. Korumada, büyük şehirlere ve şehirlere ağırlık verirken, bozulmamış tarihî yapıların yoğun olduğu küçük beldeler, katiyyen ihmâl edilmemelidir. Kanunda küçük yerleşimler ayrıyeten zikredilerek, koruma kriteri ve tarif getirilmelidir.
4. Mimarî mirasın, basit tedbirlerle ömürlerinin onlarca yıl uzatılabilmesi mümkün iken, esaslı restorasyonları için, yıllarca tahsisat bekleyip, harab oluşlarını seyretmekten vazgeçilmelidir. Yapıya müdahale ölçek derinliği kavramı, yönetmeliklerde tesbit edilerek, derecelendirme usûlüyle acilen tatbik olunmalıdır.
5. Sahiplilik, yeni kullanım ve vereselerin durumu tariflenmelidir.
6. Çıkarılacak yönetmeliklerde; restorasyon ihalelerinde doğru araştırma, doğru inşâi kalemler ve doğru önkeşifin usûlleri ve sürdürülebilir kontrol ve uygulama denetimi tariflenmelidir.
7. Türkiye genelinde eserler; yörelere göre taş, kerpiç, ahşab, taş ahşab, kerpiç ahşab, olmak üzere geleneksel yapı detayları ve strüktürler farklılık göstermekte, meselâ ahşab binaların detayları, İstanbul’da, Karadeniz’de, Ege’de, Maraş ve Kastamonu yöresinde olduğu gibi, farklı yerlerde farklı uslûb ve uygulama teknikleri göstermektedir. Koruma, bu uslûb ve uygulama tekniklerini de ihtiva etmeli, bu hususlar projelerde ifadelendirilmelidir.
8. İlk ve orta öğretim kitaplarında tarih ve koruma şuurunu oluşturacak, tarihî kültür varlıkları ile alâkalı kâfî mikdarda bilgi, sosyal bilgiler kitaplarına dercedilmelidir.
9. Basit bakım ve onarımlarda, bu müdahaleler yöreye ve esere göre tariflenen malzeme ve detaylarla yapıldığı takdirde müsaade edilmeli, bu husus sürdürülebilir bir denetim mekanizmasıyla sağlanmalıdır.

Muharrem Hilmi Şenalp

Share