GELENEKLİ TÜRK MİMARİSİ VE SAYILARIN SIRLARI, SKYLİFE (OCAK 2011)

“Bizim mimari geleneğimizde şekiller ve eşya maddenin manasına aynadır. Eşyanın özünde gizlenmiş saklı dünyalar herkesin idrakine bırakılmıştır”.  Diyerek söze başlıyor yüksek mimar muharrem hilmi şenalp. Tokyo, washıngton, aşkabad, dubai, berlin ve ekaterinburg  başta olmak üzere türkiye’de de birçok eser ve projede imzası olan şenalp, gelenekli mimarimizi günümüz taleplerini göz önünde bulundurarak yorumlayan akımın öncüsü. Alanında dünyaca tanınmış bir otorite olan sayın hilmi şenalp ile mimarimizin bilinmeyen yönleri hakkında bir sohbet gerçekleştirdik. 

Dünya mimari tarihinde gelenekli Türk –İslam mimarisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mimarimizin kendine ait özelliklerini meydana getiren dinamikler, mimari ile beraber diğer sanat dalları ve eserleri de meydana getirmiştir. İşin özünü zaten onu meydana getiren sebepler, daha doğru tabirle medeniyetimizi tesis eden tesirler oluşturmaktadır. Fransız sosyalist filozof  Jean Leon Jaures ‘Gelenek külleri saklamak değil, ateşi canlı tutmaktır.’ der. Gelenekli Türk – İslam mimarisine bir bütün olarak bakıldığında, bunun farklı bir medeniyet tasavvurunun, evren idrakinin ve varlık şuurunun derin bir yansıması olduğu hemen anlaşılır. Bu noktada cevabı aranması gereken husus bu medeniyetin eşyaya nasıl baktığıdır. 

Yani mesele bu medeniyetin temellerinin tesisi ve tarifi hâdisesidir. Medeniyetimizin şahsında  edebiyatından musikisine, mimarîsinden kitabî sanatlarına kadar, hemen bütün sanat dallarında zaten bu terennüm edilmiş, ortaya konmuştur. Eşya yani varlık göründüğü şekliyle kendi gerçeğini göstermez. Hakikatte şekiller eşya ve bütün varlık, maddenin manasına aynadır. Tabiat doğrudan değil, işaret ve atıfla temaşa edilir. Fanilik örtülür, sonsuzluğa atıfta bulunulur. Bu sebeple bizim medeniyetimizde tabiatta mevcut gizli geometriyi keşfederek, eşyanın özünde gizlenmiş saklı dünyalar ve inşalarındaki geometri, tecrit (soyutlama) üslûbuyla insanın idrakine sunulur. Mimarimizle birlikte bütün gelenekli sanatlarımızın özünde üslûplaştırmanın (stilizasyonun) diyalektik dinamiği mevcuttur. 

Neden cami kelimesi tercih edilmiş?
Orada ortaya bir iddia koyuyorsunuz. Yani bir medeniyeti oluşturan bütün kültür ve sanatı orada cisimleştiriyorsunuz. Taşıyla, toprağıyla, ahşabıyla, tezyinatıyla tecessüm ettiriyorsunuz, içeriye koyduğunuz rahleyle, yazdığınız kitapla, sessiz ve sesli musıkîsiyle, ibadet şekliyle, bütün madde ve manasıyla bir medeniyetin bütün değerlerini yüklenen bir bina ortaya çıkıyor. Bu yüklenmesiyle de genel anlamda kentin, mahallenin kısacası hayatın merkezi olan cami, bütün bir medeniyeti bir araya getiren, merkez bir bina hüviyetine kavuşuyor. Medine’de inşa edilen ilk mescidden, Süleymaniye’ye ve Selimiye’ye kadar bütün cami mimarîsinde ya da sivil mimarîde, sürekli bir gelişim ve ilerleme var.

Kent oluşumu da bu anlayış ile mi meydana getirilmiş?
Evet, kesinlikle. Bizim medeniyetimizin, Türk-İslâm medeniyetinin kalbi camidir. Şehrin meydanı camidir. Ayriyeten batıdaki manasıyla Roma’daki gibi, Milano’daki gibi, Paris’teki gibi, mesela Roma San Marco Meydanı gibi meydanlar yok. Cami medeniyetidir bizim medeniyetimiz. Şehrin meydanı caminin avlusudur. Onun için avlu vardır. Oralarda eskiden arzuhâlcisinden ayakkabı tamircisine, sabuncusundan tesbihcisine kadar birçok meslek erbabı bulunurdu. 

Bu yapılanmaya bir örnek vermek gerekirse?
Bir insanın bütün ihtiyaçları bu alanda karşılandığı için “külliye” tabiri kullanılmıştır. Şimdi şehir yapısına baktığımızda merkezde cami var. Yanında medreseleri var. Meselâ Süleymaniye’de birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü medreseler var. Buralarda hem pozitif hem de teolojik bilimlerin eğitimi veriliyor. Buna ek olarak “tâbhâne” var, konuklar geliyor, başka şehirlerden gelen ilim erbabı ve uzmanlar, yani günümüzün akademisyenleri orada kalıyor. Darüzziyafe’den, imaretinden yemek yiyorlar, hamamında yıkanıyorlar, Dârüşşifa’sı var, hastalar geliyor, arastası (çarşısı) var. Bir külliye hâlinde, bir insanın, bir şehrin ne kadar ihtiyacı varsa, oranın bir cazibe, bir çekim merkezi olabilmesi için bulunması gereken hemen her şey orada. Süleymaniye’nin etrafındaki medreselerle Süleymaniye arasında alçak bir duvar var. 

Dış avlunun kapısından içeriye girdiniz ve bahçeye geldiniz. Bahçede cami karşınızda, siz dışarıdaki duvarla cami arasındasınız. Dünya ile irtibatınızı orada şöyle bir kesiliyor, başka bir iklime giriyorsunuz. Ardından ikinci bir halkaya dâhil oluyorsunuz, iç avluya giriyorsunuz. Orada daha bir başka boyut var. Kemerler, kubbeler, ortada şadırvan var. Oradan içeriye dâhil oluyorsunuz, camiye daha alçak bir kapıdan giriyorsunuz. Muazzam bir mekâna açılıyorsunuz. Caminin cidârı, külliyen kâinatı sembolize eder ve o caminin cidârının içerisinde de insanla kâinat arasındaki ilişki neyse, caminin cidârıyla insan arasındaki ilişki de odur. İşte Süleymaniye’de de, Edirne Selimiye’de de böyle. Her şey yerli yerinde, tariflenerek yapılmış. Yani, hazmedilmiş bir bilgiyle inşa edilmiş. Aşkla, irfanla inşa edilmiş binalar bunlar. 

Gelenekli mimarimizde ‘ölçü’ nedir?
Ölçü, denge, nispet ve geometri mimarimizi oluşturan en temel özellikler. Ölçüde öne çıkan ana unsur ise insan ve bu insanın hayat ve eşyaya nereden ve nasıl baktığı üzerine oluşur. Ölçüde ve ahenkte, maddenin özünde yansımasını bulan geometri ve ritimlerin, matematik form ve diziler vasıtasıyla çokluğu birliğe nispet eden bir sanat anlayışını buluruz. Mimarî aslında bütünü kuşatan ve ifade eden bir sanattır. Şahsiyet ifade eden müşahhas (somut) bir sanatın ötesinde, mücerret (soyut) bir sanat idraki ortaya konur. Mimarî sanatında öncelikle ses ve akustik vardır. Gelenekli mimarinin en temel eseri olan cami mekânı ve duvarlarının kapsadığı alan bir bütün olarak evrenin ifadesidir. Bu evrenin merkezinde de insan vardır. 

Mimar Sinan’ın eserlerinde Da Vinci eserlerinde olduğu gibi rakamların, şekillerin simgelediği kodlar, anlamlar var mı?
Da Vinci ile Sinan’ı kıyaslamak doğru değil. Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye camilerinde nispet olarak kullanılan ölçü birimi arşındır. Süleymaniye ve Selimiye’de nispetleri incelediğimizde, Selîmiye’de kubbeyi taşıyan 8 ayağın merkezlerinden geçen dairenin çapı 45 arşın. Eski alfabemiz olan Arap alfabesinde harflerin sayısal karşılıklarını ifade eden ebced hesabı çerçevesinde 45, Âdem kelimesinin yani insanın karşılığıdır. Kubbe kenarı zeminden 45, minare alemi ise buradan itibaren 66 arşın yükseklikte. 66 ebced hesabıyla Allah ismine karşılık gelir. Süleymaniye’de kubbe üzengi seviyesi 45, kubbe alemi ise 66 arşın yüksekliktedir. Yine aynı ölçü ve semboller söz konusudur. Şeyh Gâlib: 

‘’Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, 
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.’’

‘’Sen kendini küçük görme, âlemin özüsün, zübdesisin. Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.’’ diyor. Onun için Mimar Sinan merkeze insanı almak sûretiyle 45 arşınlık bir daire üzerine inşa ediyor Selimiye’yi. Süleymaniye’nin yüksekliğini ona göre tayin ediyor. Selimiye’de müezzin mahfilini tam kubbenin izdüşümünde yapmıştır. Ölçüleri, Kâbe’nin ölçülerinin tam yarısı kadardır. Bunlar hep düşünülerek yapılmış hesaplar. Medeniyet kolay oluşmuyor. Tezkiretü’l-Bünyan mâlum Mimar Sinan’ın arkadaşı Sâi Çelebi tarafından Mimar Sinan’ın ağzından yazılmıştır. Sâi Çelebi kaleme alıyor ve Süleymaniye hakkında diyor ki:

‘’Oldu Kâbe bu câmî-i mevzun. 
  Çâr-ı yâr oldı anda çâr sütun. 
  Çâr rükn üzre hâne-i İslâm, 
  Çâr-ı yâr ile buldu istihkâm. 
  Umarım ola bende-i zâre, 
  Bunların yüzü suyuna çare.’’

Ve metinde ‘’ İslam’ın kubbesi olan “Habib-i muhtar” (Hz. Muhammed) ile ciharyar misali vaki olmuş idi’ denmektedir. Yani bu cami, Kâbe misâl oldu, burada dört sütun üzere dikildi, diyor ve kubbe ile dört fil ayağı Hz. Muhammed ile İslamın ilk dört halifesine nispet ediliyor. Ebced hesabıyla bu tarifi incelediğimizde, Ebûbekir 231, Ömer 310, Osman 661, Ali 110 sayılarına ve toplamda da 1312 sayısına denk geliyor. Bu toplamı dörde böldüğünüz zaman 328 sayısını elde edersiniz. Muhammed isminin karşılığı olan 92’yi buna ilâve ettiğimiz zaman 420 oluyor. Yani ‘ciharyâr’ kelimesinin karşılığı olan ve ebced değeri olarak 420 rakamına ulaşılıyor ki, bunu metinde açıkça beyan edip bizzat Sinan Sâi Çelebi’ye yazdırmış. Bir şairin böyle bir teferruatı bilmesine imkân yok. 

Bu biraz önce bahsettiğimiz medeniyeti, Sinan’ın nasıl fısıldadığını ortaya koyuyor. Orada kullandığı taş, artık taşlıktan çıkıyor, o taşlar konuşuyor. Ana kubbede tercih ettiği Kuran ayeti olarak Fâtır Suresi’nin 41’inci ayeti yazılıyor. Ayetin meâli şu: “Allah zevâl bulmasınlar diye gökleri ve yeri tutmaktadır. Andolsun ki zevâl bulsalar, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz o Halîm’dir, çok bağışlayıcıdır.’’ Burada evrenin tanımı yapılıp caminin cidârının evrenin sembolü olduğunun altı çiziliyor. En üst noktasına da bu ayet yazılıyor, yani kozmosun örneği olarak, bu âlemin küçük bir örneğini inşa etmeye çalıştığını ifade ediyor.

52 derece
Süleymaniye’nin siluetine karşıdan bakıldığında caminin iki yanından yer ile caminin kubbesindeki aleme birer çizgi çizildiğinde zeminle yaptığı açının 52 derece olduğu görülür. 52 derece nasıl bir açıdır? 52 derece bir avuç kumu elinize alıp da yavaşça akıttığınızda, yerçekiminin tesiriyle yatayla oluşturduğu açı yine 52 derecedir. Bunu yapmak sûretiyle sağlamlığı, depreme dayanıklılığı sağlıyor.

MİMARİ VE ÜSLÛP
Goethe ‘’mimari donmuş musıkîdir’’, Çin filozofu Tao-Te ‘’mimariden maksat, binanın cidârı içindeki boşluktur’’ yani mekândır der. Mimar Sinan’da Tezkiretü’l Bünyan’da ‘’ol cami-i şerifin kıbabları (kubbeleri), derya-yı letafetin (letafet denizinin) hababları (su kabarcıkları) gibi) der. Varlık felsefesi açısından bunları bir düşünelim, ne demek istiyorlar? Kastedilen her halde metropol şehirlerdeki çılgınlık halini alan rezidans çöplüğü veya mezarlığının kabir taşı gibi binaları değil…

Muharrem Hilmi Şenalp

Share